Benim The School of Life ile tanışmam 2012 yılına dayanır. İlk keşfettiğimde müthiş etkilemişti beni. Tek tek verilen seminerleri incelemiş ve “oradaki insanlar ne şanslı” demiştim kendi kendime 🙂 Türkiye’ye ne zaman gelir düşüncesiyle hep yakından inceledim ve takip ettim The School of Life’ı…Kendilerini tanımlamaları son derece cool’du. Başarılı ve özgün bir oluşumdu. Bir o kadar da zekice…İlham verici bir dna’ya sahip oldukları ise su götürmez bir gerçekti!
Ve geçen ay İstanbul’a geldiklerini öğrendim. Londra’da 100 bin kişiye dokunmuş The School of Life , Melbourne, Paris ve Amsterdam’ın ardından 13 Ekim’de İstanbul’da, Bilgi Üniversitesi’nde açılıyor. 13 Ekim’de Alain de Botton tarafından Zorlu Center PSM’deki etkinlik ile resmen deklare edilmiş olacak.
İçimden geçen bir başka şey de şuydu : Keşke ama keşke bir Türk, SOL benzeri bir oluşumu hayata geçirebilseydi. İşte bunda derin bir keşkem var sizlerle paylaştığım. Keşke bir Türk, bir çok ülkeye mal olabilecek vizyonda böyle bir düşünce/fikir platformu kurup marka haline getirebilseydi…Belki günün birinde o da olur 🙂
Alain De Botton’ın, Ali Tufan Koç’a verdiği ropörtajından bazı dikkat çeken kısımları siz LR okuyucuları için paylaşıyorum. Ki bazılarınız belki gazetedeki ropörtajın tamamını okudu, belki bazılarınız SOL’u benim gibi önceden tanıyordu veya takip ediyordu. Veya bazılarınız belki ilk defa duydu ya da duyacak. Botton’ın söylediklerinde çok ama çok önemli mesajlar, çok ciddi gerçekler var.
Raflar, vitrinler kişisel gelişim kitaplarından geçilmiyor. Millet, kendisini tamir edecek diye helak oldu. ‘School of Life’in (SOL) bu akıma ve meraka faydası/katkısı ne olacak?
– Yazar olarak kitapların gücüne inancım sonsuz. Ama şurası gerçek: Belli bir amaç doğrultusunda bir odada toplanmış, konuşmaya ve paylaşmaya gönüllü bir grup insanın yaydığı enerji çok saf, çok faydalı. Sadece sunum yapan birini dinleyen, not alan bir gruptan bahsetmiyorum. Soru soran, cevaplayan, düşünen, çıkarımlar yapan, interaktif bir sınıf burası. SOL İstanbul da böyle bir yer olacak.
The School of Life, ortalama bir hayatta insanın karşısına çıkabilecek zorluklar ve tıkanıklıklar üzerine yoğunlaşıyor. Hepimizin altından kalkamadığı sorular aşağı yukarı aynı: Nasıl sakin kalabilirim? Nasıl daha iyi bir ilişki yaşayabilirim? Parayı daha iyi kullanabilir miyim?
İtiraf edelim: Hayatımız, dertlerimizi içimize atmakla, bastırmakla geçiyor. Faça vermeyen, çaktırmayan ‘başarılı’ sayılıyor. Sonra gecenin 3’ünde panik halinde uykularından uyanıyorlar, orası ayrı. Benim çağrım şu: Çekinmeyin, gelin, birlikte düşünelim. Herkesin kafasındaki sorular, yüzyıllardır aynı çünkü.
Terapi gruplarından ne farkı var?
– Yıllar boyunca terapi ve eğitim birbirinden ayrı tutuldu. Freud, insanı anlamak ve çözmek için sanattan cinselliğe aklınıza gelen her alanı kullandı. ‘Terapi’ adı altında insanları eğitti. Asıl yaptığı öğretmenlikti. SOL’un da benzer bir yaklaşımı var: Terapi niyetine eğitim. Bir tür öğrenme atölyesi, değişime dair egzersiz alanı yani.
Modern hayatta herkesin bir terapisti olmalı mı?
– İster terapistle, ister kitap ya da filmle, olmadı tek başına hallet ama herkes, kendini anlaması ve dinlemesi için ciddi mesai harcamalı. Bir bedene yerleştirilip bu dünyaya geldik, yanımızda bu ‘makinayı’ nasıl kullanacağımıza dair herhangi bir kullanım kılavuzu olmadan! Bu yüzden şu hayatta yapacağın ilk şey, beyin kıvrımlarını tanımak, zihninin nasıl çalıştığını öğrenmek olmalı.
Bu, ‘iyi insan’ olmamız ve mutlu bir yaşam sürmemiz için yeterli mi?
– Kendini çözdün, sınırlarını keşfettin. Bununla da bitmiyor. Önünde koca bir hayat var yaşaman gereken: Okuyacaksın, âşık olacaksın, ayrılık acısı çekeceksin, iş bulacaksın, kovulacaksın, tekrar âşık olacaksın, evlen, çocuk yap. Yetmiyor, sonunda bir de ölümü tatman gerekiyor. Bir yandan da karşındakini anlamaya çalışacaksın ve inanın, hayatınızdaki herkes en az Shakespare kadar komplike varlıklar. Herkes bu yükün altından tek başına kalkamayabilir.
MODERN YAŞAM DERTLERİ DAHA CİDDİYE ALINMALI…
Dünyanın üçte ikisi açlık çekip fakirlikten ölürken zengin insanların aşktan, stresten, yalnızlıktan dert yanması kulağa absürd gelebilir. Oysa zenginin de fakirin de problemi ciddiye alınmalı. İntihar oranları, zenginlerin katında katbekat daha fazla. Yüksek gelirli kesim, refaha ermezse toplum tıkanır.
KUSURLU OLMANIN TADINI ÇIKARIN.
Dünyanın sizi kusursuzlaştırma tuzağına düşmeyin. “Geleceğin Bill Gates’i siz olabilirsiniz, Gerçek aşk çok yakın” gibi laflarlara kulağınızı tıkayın. Bırakın, kusurlu olmanın tadını çıkarın. Daha kusursuz olmak arzusu size hırs, endişe, stres ve hayal kırıklığından başka bir şey katmayacak.
Sosyal medya, kendi ekolünü yaratıyor; TIME bunu ‘Ben ben ben’ kuşağı diye kapak yapıyor. Siz, yeni jenerasyonu nasıl okuyorsunuz?
– Kendi mutluluğunu, zevkini, derdini düşünmekten dünyada başka insanların da yaşadığını unutmuş bir kesimden bahsediyoruz. Birini etiketleyip asmak kolay. Zor olan arkasındaki hikâyesini dinleyip defonun sebebini çözmek. Bu çocukların bir günahı, suçu yok. Ailesi kodlarını böyle yazdı. Çocuğuyla yeteri kadar duygusal zaman geçiremeyen ebevyenler, bu boşluğu paranın ve teknolojinin yardımıyla doldurmaya çalıştı. İstedikleri her şey anında alındı, yalnız kalmasın diye de türlü türlü teknolojik aletler önlerine sunuldu. Böylece duygusal yönden zayıf, materyalist açıdan zengin, kalpten defolu bir kurban kuşak çıktı ortaya. Sosyal medyayı fazla kullanan milyonlarca insanın “Anne bak! Anne bak!” diye bağıran küçük çocuklardan farkı yok.
‘Selfie’ kavramıyla beraber narsizm de her zamankinden çok daha tartışılıyor…
– Başımıza gelen her felakette teknolojiyi suçlamaktan vazgeçelim önce. Narsizm, ‘selfie’den önce de vardı. Seks/porno bağımlılığının internetten önce de olduğu gibi… Bizim asıl, özgürlüğümüzü kontrol altına almamız lazım. Özgürlük, tüm dünyada ciddi bir problem yaşıyor. Kelime anlamı unutuldu, sözlükte karşılığı geçerliliğini yitirdi. ABD, yıllardır ‘Özgürlükler ülkesi!’ sloganlarıyla pompalanıyor. Peki, bu iyi bir şey mi? Kontrolsüz bir özgürlük, toplumda en az nükleer silah kadar tehlikeli.
Potansiyel sevgilinin de patronun da daha bizimle tanışmadan tüm sosyal medya hesaplarımızı didiklediği bir dönemde yaşıyoruz. Nasıl başa çıkılır bu durumla?
– Sosyal medya dediğin zaten ‘doğal sen’ değil ‘editlenmiş sen’ üzerine kurulu. Paylaşılan her cümle photoshop’lu, her kare botokslu. Ve herkesin ağzında aynı cümle: “Nasıl olur da herkes bu kadar güzel bir yaşam sürerken, benim hayatım zor?” Aslında değil. Sadece öyle gözüküyorlar. Toplum olarak daha dürüst alanlara ihtiyacımız var. Rengi mühim değil; gri, beyaz, siyah fark etmez.
Dürüstlük, nasıl geri gelir?
– Daha az internet; daha fazla edebiyat, sinema ve sanat… Neyse ki hâlâ hayatı tüm gerçekliğiyle ve hem acı hem tatlı halleriyle yansıtabilen çok iyi filmler, şarkılar, romanlar var. Snobluğu bir kenara bırakın ve tadını çıkarın. Asıl mesele, basit hikâyelerden yüksek fikirler çıkarabilmek.
Ropörtaj Kaynak : Hürriyet
Yorum Yapılmamış