Şu eskilere özlem meselesi var ya hani. Eskiden daha güzeldi her şey, o zamanlar sevgi de başkaydı dostluk da aşk da… Bir şeye çok inanıyorum ben, hayat hızla akıp geçiyor, çağlar değişiyor olabilir ama bazı değerler, bazı gerçekler pek değişmiyor.
Öyle ya, yoksa Aristotales’in M.Ö. söylediği “bugünkü gençler kontrolden çıkmış durumda” sözünün çağlar boyu canlı kalmasını nasıl açıklarız? Ya da Mevlana’nın zamanları aşan sözleri, sadece söylendiği dönem için mi geçerliydi? “Eskiden her şey farklıydı”nın en büyük sorumlusu hızla koşarken maddesel beklentilerin ön planda olması; ruhun ve manevi ihtiyaçların geride kalması bana göre. İnsanın özünde değişen bir şey olduğuna inanmıyorum, kendimize yabancılaşıyoruz hepsi bu.
Her gün çok hızlı bir değişimin yaşandığı, yıllar içinde meydana gelebilecek değişimlerin çok daha kısa sürede gerçekleştiğini deneyimliyoruz gün be gün. Öğreniyoruz, büyüyoruz, gelişiyoruz. Ancak; durup dinlenmeden, öğrendiklerimizi sindirmeden. Her şeyden daha fazla daha hızlı daha çok olsun istiyoruz belki. O daha fazlalar değil mi, kimimizde yağ hücresi olarak biriken, kimimize panik atak ya da anksiyete yaşatan, kimimizi kalabalıklarda yalnızlaştıran?
Akıl almaz iş yükü, üretme hevesi, bitmek bilmez koşturmaca, tüketme yarışı derken dört bir koldan uyarı bombardımanı ile sürekli koşuyoruz. Aslında bir yandan da kaçarak. Kimden, neden mi kaçış? Kendimizden mi kendi içimizdeki bilgelikten mi bilinmez. Sanki bir an durup özü dinleyecek olsak hız keseceğiz. Hızdan kesilen oyundan diskalifiye olur. Durma, koş! Dayatılanlardan asıl istediğinin sesini duyamayanların kaygılı içsel çığlıkları büyüyor gün be gün…Kaygılara rağmen cesaretle eyleme geçmek nasıl olacak? İlerliyor muyuz gerçekten, yoksa kendimizden mi yiyoruz yol aldığımızı zannederken?
Her ne kadar günümüzde daha fazla yaşanıyormuş gibi gelse de, kaygı insanlık tarihi boyunca en sık kullanılan sözcüklerden biriymiş; 19. Yüzyılın ikinci yarısında edebiyat alanında sık kullanılırken 20. Yüzyılda başta edebiyat olmak üzere güzel sanatlar, din, politika ve bilimde de en çok rastlanan sözcüklerden biri kaygı.
Özcan Köknel, 21. yüzyılda da “Kaygı Çağı” kavramını kullanan bir çok sanatkar ya da bilimadamı var diyor.
Ayşegül Sütçü’ye göre kaygı, “kimi zaman kararsızlık kimi zaman mükemmeliyetçilik olarak karşımıza çıkacak kadar kılık değiştirir, sinsidir. Altbenlik ile onun aşırılıklarını dengeleyen üstbenliğin çatışmasından doğan kaygı olmasa insan ne üretir ne çalışmak için itici güç bulur kendinde. Her şeye rağmen azı karar çoğu zarar bir olgudur” diyor.
Yaşadığımız şu dönemde “azı karar” seviyesinde kalmak için özel çaba gerekiyor hakikaten.
Hayatta her geride bıraktığım gün şunu öğretiyor bana:
Çantana ne kadar çok şey sığdırdığın değil önemli olan, içinde ne olduğunu biliyor musun?
Ne kadarını taşıyabilirsin? Gerçekten neye ihtiyacın var? Oraya buraya koşturmaktan ziyade elindekilerin ne kadarını sindirdin? Ne kadarı senin? Ne kadarı sensin?
Koşturup koşturup sonunda; “ben aslında bunu istemiyormuşum” da diyebiliyor insan.
Yaşadığımız hayatlar bizim mi, bize biçilen mi?
Kaçırdığımız sadece “kendimiz” oluyoruz günün sonunda. Savrulurken kendimizden çaldığımız anlar, günler, geceler oluyor işte…
Sadi Şirazi boşuna mı demiş, “insan bir damla kan ve bin endişe” işte…
Yorum Yapılmamış