Annemizin karnında geçirdiğimiz zamanlarımızı hatırlıyor muyuz?

An geliyor ki bazen, eskiden önemsediklerin hatta takıldıkların, şimdi bir bakmışsın gözünde eskisi kadar önemli değil. Zaman geçtikçe insan tekamülünce yol almayı becerebildikçe, yaşayıp hissettikçe her gönül başka şeyler alıyor hayattan nasibine…

Hayatta herşeyin bir nedeni vardır. Yaşanan, yaşanmayan, yaşanamayan…

İnsan yaşadıklarına sevindiği kadar yaşamadıklarına da sevinmeli belki de. Biz insanların gözden kaçırıp ıskaladığı gerçek bu olsa gerek. Biz aciz insanların, yaşadıklarımıza sevinmeyi bazen hayıflanmayı kendimizde hak görürken, öte yandan yaşamadıklarımızın belki de bizim için ne kadar hayırlı olabileceğini bilemiyoruz. Hiçbir zaman da tam olarak bilemeyeceğiz.

Okuduğum bir yazıda diyordu ki, “Ruhlar aleminde yaşamıyoruz ki…”

Ben bunu diyen vatandaşa, kusura bakma ama tam da ruhlar aleminde yaşıyoruz diyebilmeyi çok isterdim. Neyin içinde yaşadığımızı bile tam olarak bilemiyoruz’u da eklerdim peşinden 🙂 O da toptan “şok” yaşar, muhtemelen alık alık suratıma bakardı 🙂

İzah etmeye çalışayım :

İnsan, konuşmasa da söyleyecekleri veya söylemek istedikleri ruhundan aleme yayılır. Düşünür, taşınır, konuşacaklarını kafasından sıralar belki tüm afrasıyla tafrasıyla ama sonra aaaan gelir ki aklından hepsi hoop uçmuş gitmiş 🙂 Bu nedenle nasıl olsa konuşmadım, söylemedim diye düşünür. Ya da düşünürüz…

Hissettiğimiz duygu veya duygular her ne ise, bizden etrafımıza yayılıyorlar.

Dolayısıyla karşımızdaki kişi de aslında ne hissettiğimizi anlıyor, anlamasa da bir şekilde hissediyor. (İşin bilimsel bir açıklama tarafı var ama ona girmek istemiyorum :)) Suçlu mu, suçsuz mu, haklı mı, haksız mı, acılı mı, sevinçli mi, hüzünlü mü yoksa aşık mı, seviyor mu, istiyor mu, istemiyor mu…vs hepsini biz onun için, karşımızdaki kişi de bizim için hissediyor.

İnsanlar esasen, ruhlar boyutunda, ruhsal olarak birbirleri ile anlaşırlar. Ancak işin aslı şudur ki, ruhumuz anlaşırken ve/veya karşısındakini anlarken biz hiçbir halt anlamayabiliriz.

Şöyle örnekleyelim, anne karnında bebeklerin sanırım 3. aydan itibaren her şeyi hissettiğini, duyduğunu belirtiyor tıp. Belki de üçüncü aydan bile önce ! Bilemiyoruz. Peki kendimize dönüp soralım:

–          Annemizin karnında geçirdiğimiz 4. veya 6. ayımızı hatırlıyor muyuz?

Cevap tabii ki neredeyse hepimiz için hayır.

Amma velakin öyle değil işte!

Orada bulunurken canlıydık, bir ruhumuz vardı. Hissediyorduk. Duyuyorduk, tepki veriyorduk, hareket ediyorduk. Ama şimdi hiçbir şey hatırlamıyoruz. Çünkü zihnimiz/aklımız kısıtlı. Çünkü aklımız bundan münezzeh.

Akıl, ruh boyutunda kısır ve yetersiz. Çünkü akılla gerçek idraka varılamıyor. Üstelik bunu ben gibi bir acemi değil, tasavvuf yolundaki nice üstad ezelden bu yana dile getirmiş, getirmeye de devam ediyor.

Gerçekten yürekten hissedilen her şeyin, bu alemde bir karşılığı vardır. Sizin hissettiklerinizin aynısı hisseden bir insan, sizin düşündüklerinizin aynısı düşünen başka bir insan, kafanızdan geçirdiklerinizin aynısını kafasından geçiren, kalbinizin derinliklerinden istediklerinizin aynısını kendi kalbinden isteyen başka bir insan …vs.

Şimdi “Ruhlar aleminde yaşamıyoruz ki?” diyen arkadaş, valla senin için sanırım kötü haber, kusura bakma; evet sen bilmediğin bir alemde yaşıyorsun, haberin yok! 🙂

İşte bu dünyayı aklımız algılayamaz/anlayamaz. Kalbimizle görebilirsek, anlayabiliriz.

 

Not: Ruhsal Zeka (SQ) ve Liderliği birleştirmeye çalıştığım kitabım, “RUH’UNLA DÜŞÜN” çıktı.

Yorum Yapılmamış

Yorum Yaz