Kör, Sağır, Çıplak…

Şimdi bu cümle ne demek istiyor. Açalım:

Uzağı gören kör, hırsı temsil etmekte. O etrafındaki insanların kılını tüyünü görür, tüm hataları ve kusurları takip eder, ifşa eder. Ona buna etrafındaki anlatır anlatır durur. Kör gözü, başkalarının ayıbını, kusurunu aradığı halde, kendi ayıplarının bir zerresini dahi görmez/göremez.

Körlüğün hakikatı kalp körlüğüdür, göz körlüğü değildir. Gözün ne kadar açık(!) olursa olsun, kalbin körse bir hiçten ibaret olarak kalırsın. Kulakta öyle 🙂

“Üç tip kuru kafa vardır, bir tanesinin içinden sopayı sokarsın öbür tarafından çıkar. Bir tanesine sokarsın ama çıkmaz. Bir tanesine de hiç girmez. Laflar böyledir. Bu tip kişiler bazısını hiç duymaz.”

Çok iyi işiten sağır ise, hayattan çok şeyler uman, çok şeyler isteyen ancak gözü bir türlü doymayan açgözlü insanı temsil eder. O başkalarının öldüğünü duyar ama bir gün kendisinin öleceği herçeğini aklına bile getirmez. Çok güzel bir deyiş vardır, çok severim. Şöyle der; “Padişah, padişah olsa kaç yazar, açgözlü olduktan sonra…”

Uzun elbiseli çıplak olmak ise, dünyaya tapan bir nefs kölesidir. Habire korkar durur, malını mülkünü kaybedecek, uzun elbisesinden olacak diye 🙂

Sahip olduğumuz mal mülkün bize ait olmadığını anladığımız anda, hayatımızda başka bir idrak seviyesi meydana çıkar.

Bir şeyler öğrenmek, diplomalar almak mühim değildir. Derler ki, çok bilginin çok ilmin, irfan olmadıktan sonra bir önemi yoktur. Doğru derler. Ben bir şey biliyorum, oradan buradan mezunun, üç, beş dil biliyorum, bana bir şey söyleme, ben senden daha çok şey biliyorum…vs. gibi cümleleri hepimiz çokça duyuyoruz keza 🙂 Yahu efendim, sen istediğin kadar bildiğini san, anlat, şöyleyim böyleyim diye. Bildiklerini yaşıyor musun? Ona gel !

Çünkü okumuş olmamız bildiğimizi, biliyor olmamız uyguladığımızı göstermez. En önemli şey, bildiklerimizi hayatta uygulayabilmek. Yoksa kuru kuru bilgiyi istif etmemizin bize bir yararı yok.

Kitabım Ruh’unla Düşün’de çokça izah etmeye çalıştım. Bilmenin önemi var elbet ama sanıldığı kadar değil. Bildiğini “hal” etmek yani uygulayabilmek önemli. Bir de diploma istiflemek, doktora yapmak, profesör olmanın yanı sıra öğrendiğimiz her bilginin, bizi daha iyi bir insan yapma yoluna hizmet etmesi gerekir. Ancak o zaman o ilmin sahibi oluruz.

Kaldı ki, çok bilgili olduğu görünen veya öyle olunduğu sanılan pek çok kişinin, bırakalım duygusal zekayı, ruhsal zekayı; analitik zekada kaldığını gördü bu gözler…:)

Analitik zekamız, çocukluk dönemimize benzer, duygusal zekamız ergenlik dönemimize, ruhsal zekamız ise yetişkinlik/olgunluk dönemimize benzer. Bu benzetme ile aklınızda çok daha iyi yer etsin. Yine kitabımda detaylı açıkladım.

İki türlü öğretmen vardır :

Biri çokça imtihan yapar, çocukların canına okur, öbürü de hiç imtihan yapmadan sınıfta bırakır. Çocuklar hiç imtihan yapmayan hocayı çok severler, sene sonunda sınıfta kalınca çok büyük hayal kırıklığına uğrarlar. Halbuki, çok imtihan yapan hoca her zaman daha hayırlıdır. İşte Allah çok imtihan yapan hoca gibidir. Dolayısıyla imtihanlarla, bizi bize ispatlıyor, hangi seviyedesin diye kendi kendine imza attırıyor. Onun için biz, hangi seviyede olduğumuzu gerçekten anlamak için bu imtihanlara nasıl cevap verdiğimize bakmalıyız.

Not: Yazıda ilham aldığım anektodlar çok değerli saygıdeğer hocamız Sn.Cemalnur Sargut hanımefendi’den…

Yorum Yapılmamış

Yorum Yaz